Doçentlik başvuru şartlarının değiştirilmesinin ardından Maarif Platformu’ndan köklü üniversite reformu çağrısı
22 mins read

Doçentlik başvuru şartlarının değiştirilmesinin ardından Maarif Platformu’ndan köklü üniversite reformu çağrısı

Yükseköğretim Genel Kurulu’nun 15.06.2023 tarihli 10 sayılı oturumunda alınan 2023.10.183 sayılı karar gereği doçentlik başvuru şartlarında değişikliğe gidildi.

Bu karar istinaden Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK) doçentlik başvuru şartlarına ilişkin değişikliklerini konu alan bir duyuru yayınladı.

Maarif Platformu, bu kararın ortaya çıkardığı durumu değerlendirmek için konunun uzmanlarını bir araya getirdi. Düzenlenen çalıştayda kriter değişikliği yapmanın çözüm olmayacağı vurgusu yapıldı ve köklü bir üniversite reformu yapılması çağrısı yapıldı.

Çağrıda Türkiye Yüzyılına Üniversite Reformu ile Girilmesi vurgusu yapıldı

Yerli ve milli eğitim, bilim ve üniversite modeline vurgu yapılan çağrıda ‘Türkiye Yüzyılı’ vizyonunun ancak çağın gücü olan bilim, araştırma ve bilimsel düşünceyi merkeze alarak Türkiye’nin ezilen coğrafyaları kurtarabileceği kaydedilerek şu ifadeler kullanıldı:

“Son yıllardaki savunma sanayimizdeki hızlı gelişmeler, aslında ülkemizde büyük bir bilim potansiyeli olduğunu göstermektedir. Eğer üniversitelerin yönelmesi gereken öncelikli alanlar, uzun vadeli hedefler doğrultusunda tayin edilir ve bu konuda bağlayıcı hükümler getirilirse hem endüstriyel sahalarda hem de kültürel ve ekonomik alanlarda bilime ve inovasyona dayalı kalkınma dönemi başlatılabilir.

Çağrıda Türkiye’nin bilim ve araştırma potansiyeline dikkat çekildi

Fikir, sanat ve bilim hayatının içini dolduran, geleceğimizin umudu olan bilim insanları ve akademisyenler, ülkemizde bir spor veya sıradan bir magazin programı kadar bile ilgi görmüyorsa kaynağı iyi araştırılmalıdır. Köklü bir bilim geçmişine sahip olan ülkemiz, eğer kendi eğitim, bilim ve üniversite modelini oluşturabilirse; önce gönül coğrafyamızda, sonra da dünyada eğitim ve bilimde bir merkezi haline gelebilir; eğitim model ve araçlarının ihracatçısı halini alabilir. Türkiye böyle tarihî ve kültürel birikimi ile geçmişte kendi değerleriyle insanlığı kucakladığı aslî misyonuna, yüzyıllar boyu verdiği karşılıksız hizmet rolüne tekrar çağrılmaktadır. Sadece İslam âlemi ve Afrika’dan değil, Balkanlardan ve dünyanın pek çok yerinden, hatta uzak kıtalardan bile gördüğü büyük teveccühün arkasında bu çağrı yer almaktadır. Dolayısıyla “Türkiye Yüzyılı” sadece ülkemiz için değil, tüm diğer ezilen ve sömürülen insanlığın kurtarılmasına ve bu tarihî role bir çağrı anlamına gelmektedir. Türkiye bu rolün hakkını ancak, çağımızın gücü bilim, araştırma ve bilimsel düşünceyi merkeze alarak verebilir.”

Platform tarafından yapılan açıklamada, çağrı metninde değişen doçentlik kriterlerinden yola çıkılarak asıl ve kökteki üniversite ve bilim sorunlarının masaya yatırıldığın, daha sonra yayınlanacak olan bilimsel raporda ise konunun etraflıca ele alınacağı ve çözüm önerilerinin kamuoyuyla paylaşılacağı aktarıldı.

Platformdan yapılan çağrı metninin tamamına ise
buraya tıklayarak
ulaşabilirsiniz.

“Sorunlara çözüm bulmaya çalıştık”

Platform adına açıklamalarda bulunan Maarif Platformu Koordinatörü Prof. Dr. Osman Çakmak, çağrı hakkında bilgi verdi.

Konuşmasına YÖK’ün yayınladığı tamim ile doçentlik başvuru şartlarını değiştirdiğini ifade ederek başlayan Osman Çakmak, söz konusu değişim ile yükselme kriterlerinin önceki dönemlere göre ağırlaştırıldığını, yurt dışı yayın ve etkinliklerin önem kazandığını belirtti.

Doçentlik başvuru şartlarının değiştirilmesine ilişkin çalıştay düzenlediklerini hatırlatan Çakmak, “Konunun uzmanlarını bir araya getirip üniversitelerin tek tipleşmesi, bilimsellikten uzaklaşması, halktan kopuk bir görünüm arz etmesi, kendisinden beklenen toplumsal faydayı verememesi, dışa bağlı bir yapı ortaya çıkarması ve doktora eğitiminin niteliğinin düşmesi gibi sorunlara çözüm bulmaya çalıştık.” dedi.

“Doçentliğe bu kadar vurgu yapılmasının anlaşılır bir tarafı yok”

Maarif Platformu Koordinatörü Prof. Dr. Osman Çakmak, çağrı metnine ve doçentlik kriterlerinin değiştirilmesine ilişkin açıklamada bulunarak dikkat çeken ifadeler kullandı.

Doktor, öğretim üyesi ve profesörlük kuruma bağlı rutin bir süreç iken, doçentliğe bu kadar vurgu yapılmasının anlaşılır bir tarafı olmadığını belirten Çakmak, “Mevcut merkezi doçentlik uygulamasına son verilir, Doçent ile Dr. Öğretim üyesi arasındaki maaş farkı azaltılırsa, doçentlik ünvanı üzerindeki problemler büyük ölçüde halledilmiş olacaktır.” dedi.

Osman Çakmak yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı:

“Yayınlanan Çağrı Metni sadece Doçentlik kriterlerine dair değil aynı zamanda üniversitelerimizin ve yüksek öğretim sistemimizin temel kuruluş felsefesi ile ilgili fevkalade önemli hususları samimiyetle doğru bir yaklaşım içinde ele almış ve önemli analizleri içermektedir. Bu metinin ilk ve icmal mahiyetinde olması boyutuyla oldukça faydalı olduğunu ve çözüme katkı sunacağını düşünüyoruz. Emeği geçenleri bütün kalbi duygularımla taktir ve tebrik ediyorum.  

Mevcut akademik merdivende en kritik basamağın doçentlik olduğu söylenebilir. Bu yüzden çok akademisyen için doçentlik süreci adeta bir travma halini alıyor. Dr. Öğretim üyesi ve Prof’luk kuruma bağlı rutin bir süreç iken, Doçentlik’e bu kadar vurgu yapılmasının anlaşılır bir tarafı yoktur. Mevcut merkezi doçentlik uygulamasına son verilir, Doçent ile Dr. Öğretim üyesi arasındaki maaş farkı azaltılırsa, doçentlik ünvanı üzerindeki problemler büyük ölçüde halledilmiş olacaktır. Doçentlik de, diğer akademik ünvanlar gibi, kurum tarafından verilmeli ve sadece verilen kurumda geçerli olmalıdır. Üniversiteler kendi kriterlerini kendileri koymalı ve açıkça ilan etmelidir. Bir kurumda doçent olan başka bir kurumda (üniversite) prof. olarak atanabilmeli, yada tersi olabilmelidir.”

“Mevcut YÖK yasası 12 Eylül askerî darbesinin bir ürünü”

Çağrıda doçentlik kriterlerini kamuoyunda tartışırken, doçentlik kriterlerinin de ötesinde, problemin kaynağı olan 12 Eylül askerî darbesinin bir ürünü olan mevcut YÖK yasasına dikkatleri çektiklerini ifade eden Çakmak sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bu çağrıda üniversitelerin aslî görev ve hedeflerinin ne olduğu sorusunu tekrar gündeme getirmiş olduk. Bilindiği gibi Türkiye’nin yükseköğretim hayatı 42 yıldır askeri darbenin kalıntısı olan 2547 sayılı mevcut YÖK Kanunu tarafından belirleniyor, şekillendiriliyor ve denetleniyor. YÖK Yasası defalarca değiştirilmeye teşebbüs edildiyse de her seferinde sonuçsuz kaldı. Mesela onlardan birisi, Hükümetin bu alanda ilk teşebbüsü (2003 yılı içinde) Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu koordinatörlüğünde yürütülen çalışma idi. Erkan Mumcu’nun komisyonunda ben de yer almıştım.

Türkiye’de plansız Yüksek Öğretim, üniversitelerin toplumdan kopukluğu; bilim ve araştırmada topluma öncü hale gelememesi hep tartışıldı. Son zamanlarda ise diplomalı işsizliğin tavan yapması ve mesleki eğitimden kaçış  konusu ile her önüne gelenin mezun olduğu yapısı ile üniversite eğitimi tekrar gündemde.”

Çakmak, böyle asli sorunlar varken doçentlik kriterlerinin gündem olmasını ‘gerçek ve kök sorunlardan uzaklaşma olarak’ gördüklerini belirterek sözlerine şöyle devam etti:

“Birtakım kriterlerin değiştirilmesi, ağırlaştırılması veya sayısal skorlar üzerinde oynama yapılması meselenin özüne temas etmemektedir. Maarif bir bütün olduğuna göre mesleki eğitim, üniversiteye giriş ve lise eğitimi birlikte ele alınmalıdır.

Yeni kriterler, üniversitelerin içe kapanıklığına ve toplumun gerçek sorunlarından kopuk oluşuna hangi çözümü getiriyor? Kriterleri ele alırken düşünmemiz gereken nokta burası olmaktadır. Bu kriterler, Üniversiteleri önlerine konan kriterleri aşmak için çabaladıkları birtakım unvanların verildiği “site”ler haline dönüştürüyor. Özellikle yabancı dilde yayıncılığın esas haline gelmesi bilimsel yayıncılığı oyun haline getirmekte; ülkemizin bilimsel varlığının dışarıya taşınması anlamı taşımaktadır.

YÖK’ten öyle yapılanmalar bekliyoruz ki üniversite öncelikle yerel sorunlarla uğraşsın; üniversite, bulunduğu yörenin kültürü, edebiyatı, sanat ve iktisadı ile iç içe olsun. Üniversiteyi iş ve meslek dünyasına, sanat ve kültür âlemine bağlamak ve halktan kopukluğu ortadan kaldırmak için mekanizmalar geliştirilsin. Üniversiteyi, toplumun sorunlarını çözmeye matuf araştırmalara bağlasın ve yeniliklerle buluşturan konuma yükseltsin. Raflarda kalan tez yazma devri sona ersin. Üniversiteleri lise seviyesine indiren ücretli ders verme sistemine son verilsin. Yüksek Öğretim Kanununda öyle değişiklikler yapılsın ki, her yıl üniversitede hocalarının, halka ve öğrenciye ne verdiği sorgulanabilsin. Bilimsel yayın yapma, “amaç” olmaktan çıkarılsın.

Bilimin Batıya teslimiyetçi yapıdan kurtarılmasını isteyen Çakmak, beklenen yeni yapılanmada her şeyden önce kendi kavramlarımızı ve müfredatımızı üreterek işe başlamalıyız” dedi.

Bizim kitaplarımız ve müfredatımız Batı ile aynı dili kullanıyor. Öncelikle felsefesi ve dünya görüşü ile ve bakış açısı ile bize ait bir üniversite sistemi ve anlayışı ortaya koymalıyız. Aklı başında ülkeler işe önce bilimi yerelleştirmekle ve kendi coğrafya ve kültürleri ile birleştirerek işe başlıyorlar. Örneğin Ruslara bakalım. Newton Kanunu’nu bile Newton Kanunu ve prensibi diye ders kitaplarına almamışlar. “Newton-Chelowski Kanunu” diye ad vermişler. Böylece fiziği “milli” ve “yerli” hâle getirmeye çalışmışlar. Kendi ülkesinden bir ismi yanına koymuşlar. Kopernik’in buluşları aslında İbn-i Şatır’dan aşırmadır. Bize geçerken, Kopernik’in yanında İbni Şatır’ın da ismi yer almalıydı. Leonardo Da Vinci’nin buluşlarını El-Cezeri’den aşırdığına dair belgeler var. Bilimsel düşüncenin kurucusu Bacon ve Newton değil İbni Heysem’dir. Kimyanın babası ise Dalton ve Lavoisier değil Cabir bin Hayyan’dır. Geçmişe baktığımızda; bilimsel düşünce ve araştırma geleneğinin, üniversite ve laboratuvar kültürünün, rasathane ve hastane yapılarının tüm dünyaya bu coğrafyadan dağılmış olduğunu görürüz.

YÖK ve MEB ithal “takma” aklı ve Batı’dan ithal “sömürge ruhunu” terketmedikçe ülkemiz biliminin dirilme imkânı yoktur. Bir kere bunun altını çizelim. Memleketin derdi budur: İşinde muvaffak olan adam takdir edilmez, muvaffak olmayan da sorumlu tutulmaz. Bu durum bir başıboşluk oluşturmaktadır.

YÖK sistemi bize ait değerler taşımıyor. Bize ait ruhtan, havadan, töreden ve gelenekten bir şey göremiyoruz. Her şey suni ve yamama şeklinde. Tamamen hormonlu bir sistem. Böyle olunca da kabaca “Salla başını, al maaşını” ifadesi düstur haline geliyor.

Yayın ve makale yapılınca özellikle uluslararası atıf dizinine –SCI ve SSCI- giren dergilerde her şey halloluyor havası veriliyor. Hâlbuki bizim ne yaptığımız değil, bunun ne işe yaradığı önemlidir. Bilimde ve eğitimde kendi referans sistemlerimiz yerine başka ülkelerin referans sistemlerine bağlı kalmamız sömürge düzenini tahkim etmektedir. Halbâki “üniversite bir milletin kendi şuurunu keşif ve inkişaf ettirdiği vasatın adıdır”. Dolayısı ile her milletin üniversitesi, -uluslararası kabul edilebilecek bazı standartları da gözetmekle birlikte- kendine has özellikler taşımak zorundadır.”

“Bilim insanı ihtiyacımız yerli imkânlarla çok kısa sürede karşılanabilir”

Çakmak acilen dönülmesi gereken yanlışlıkları ise şu şekilde anlattı:

Yüksek lisans ve/ya doktora için yurt dışına öğrenci gönderilmesi büyük bir kaynak israfını doğurmaktadır. Ülkemizde üstün ilmî donanıma sahip çok değerli hocalarımız ve maddi destek imkânları vardır. Ayrıca yurt dışından ülkeye dönmek isteyenler bulunmaktadır. Aslında onları desteklemek, onlara iyi imkânlar vermek daha verimli sonuçları ortaya çıkartabilir. Böylece, yurt dışında bir kişiye harcanan parayla 15-20 kişi doktora öğrencisi olarak burada yetiştirebilir. Çok kısa sürede bilim insanı ihtiyacımız yerli imkânlarla karşılanabilir. Aynı zamanda alt yapı da bu ülkede kalacaktır. Bu ülkenin şartlarına göre doktora yapanlar, doktora sonrasına da başarı ile devam edeceklerdir. Hem de yurt dışına gereksiz yüksek lisans-doktora öğrencisi göndermedeki başıboşluk ve israftan da böylece kurtulmak mümkündür.  

İkinci bir konu ise, öğretim üyelerinin ürettikleri yayınların, yurtiçinde yayınlanmasından ziyade yurtdışında yayınlatılmaya çalışılması da başlı başına ayrı bir garabet teşkil etmektedir. Yurtiçi yayınların kalitesiz olduğu zımnen ifade edilmiş oluyor. Yada yurtiçindeki bilim insanlarının yetkinlerine güvenilmeyip yurtdışından bir onay bekleniyor. Her iki durum kendi bilim insanımıza güvensizliğin ve kendini aşağılamanın ifadesi olmaktadır.”

Çakmak’tan YÖK için ‘yeniden yapılanma’ çağrısı

Çakmak, YÖK’ün yeniden yapılanması ve yeni misyonu konusunda ise şunları ekledi:

“YÖK’ü ilk etapta kapatmak yerine ulusal kaynaklarımızın bilim ve teknoloji açısından nasıl değerlendirileceği ve bu amaçla hangi konularda nasıl bilimsel çalışmalar yapılması gerektiği konularında kapsayıcı planlar yapan koordinasyon merkezine dönüştürülebilir. Bu bağlamda YÖK; yüksek öğretim kurumlarında standartları belirleyen ve bunları takip eden, kurumlar arasında koordinasyonunu sağlayan bir üst kimliğe sahip olacaktır. Üniversite yönetimlerinde vali, belediye başkanı, il milli eğitim müdürü ve ticaret odası başkanı gibi bölge/illerde halkın temsilcilerinin de yer aldığı bir yönetim sistem hayata geçirilmelidir.”

“Bizim önerimiz akademik yükseltmelerde ‘sadece yayın’a dayalı mevcut sistemin terk edilmesidir”

YÖK’ün topluma faydalı işleri yapmayı bir türlü değerlendirme sistemine almamasının düşündürücü olduğunu altını çizen Osman Çakmak sözlerine şöyle devam etti:

Üniversite hocalarının pratikte toplumun ekonomik ve sosyal hayatına dahil edilmesi için en etkin araçlar kriter haline getirilemiyor. Mesela projeler, patent, knowhow ve faydalı model ve ürün performanslarını kriterler arasında en başta yazılması gerekenlerdir. Patentin, knowhow’un, faydalı model ve projenin sahtesi, intihali, manuplasyonu ve aşırması mümkün mü?

Bu çağrının hazırlanmasında katkısı bulunan Yıldız Teknik Üniversitesinden Prof. Dr. Ahmet Koyun hocanın bir düzine patenti mevcut olup aynı zamanda bunları ticarileştirmiş durumdadır. Bir akademisyen olarak hem bilim portföyümüze hem de Türkiye’nin GSMH’ Sina ürettiği katma değerin yerini hangi WoS doldurabilir? Yaptığımız ekonomik analizlerde WOS yayınları ile makro ekonomik göstergeler arasında ya hiç bir etki gözlenmiyor veya oldukça bu etki cılız çıkıyor. Bu ve benzeri hocalarımız bu somut eserleri ile üniversitelerin asıl yüz akı hocalardır. Çünkü tamamen kendi öz bilgi ve emekleri ile bu başarıyı elde etmiş hocalarımızdır. Bugünkü sistemin en büyük eksikliği bunları adeta yok saymasıdır.

Türkiye’nin el değmemiş ve akademik anlamda araştırılması gereken bir çok meselesi bulunmaktadır. Bunların her bir hakkında onlarca proje ve tez araştırmaları yapılabilir. Bilimin iktidarı ve öncülüğü dediğimiz şey budur. Böylece el yordamı ve göz kararı ile iş yapma devri sona erecek, tüm firma ve kurumlarda bilimin sağlam esaslarına göre işler yürüyecek demektir. Üniversite – sanayi işbirliği sözde değil, uygulamada gerçekleşmiş olacaktır.

Doçentlikte ve diğer unvanlarda projeye gerekli destek ve değer verilecek olduğu taktirde bütün akademisyenler seve seve proje peşinde koşacaklardır. Başka da bir teşvike çok da lüzum kalmayacaktır.

Hulâsa olarak yüksek öğretimde raflarda yer işgal etmekten başka bir işe yaramayan makale kitap ve tezlerin yerine somut çıktısı olan kültürel, sınai, mali her türlü toplumsal faydaya yönelik projeleri ikame etmemiz zaruret arz etmektedir.

Bizim önerimiz, akademik yükseltmelerde ‘sadece yayın’a dayalı mevcut sistemin terkedilmesidir. Bu konuda arkadaşlarımızın geliştirdiği modeller vardır. Onlardan birisi çağrıya destek veren Prof. Dr. Yunus Çengel hocanın sunduğu akademi sepeti adını verdiği çözümdür.

Sepetin içinde şunlar bulunuyor:

• Makale yayını, makale değerlendirme, atıf sayısı, h-indeks

• Kitap veya kitap bölümü telif/tercüme

• Proje yazma (BAP, TÜBİTAK, AB 7. Çerçeve, Kalkınma Ajansı, Firmalar, vs)

• Proje yürütücülüğü/araştırmacılığı/değerlendiriciliği/izleyiciliği

• Patent alma/ürün geliştirme/lisanslama/şirket kurma/bilimsel rapor yazma

• Seminer/kısa ders verme/SEM’de kurs verme

• Yönetilen Master/Doktora tezleri (yüksek yetenekli insan yetiştirme)

• Firmalara/kurumlara danışmanlık

• Kurumuna yapılan katkı/verilen destek/komisyon görevleri

• Verilen dersler/Açılan laboratuvarlar/Yaptırılan lisans projeleri

• Mesleki konferans/kongre düzenleme; Bilimsel dergi editörlüğü

• Alınan ödüller, plaketler, davetli konuşmacı olma, panelistlik, medya

• Diğer akademik faaliyetler

Yeni Doçentlik Kriterlerini temelleri çürümüş binada badana yapmaya benzeten Çakmak sözlerine şöyle tamamladı:

“YÖK’ün doçentlik kriterlerini değiştirmesi iyi niyetle yapılmış, aslında üniversitelerin ve akademisyenlerin kalitesini artırma hedefi olduğu söylenebilir. Ancak, raporda da vurgulandığı gibi, çözümün kriterlere odaklanılması ile asıl sorunlar ıskalanmaktadır.

Öyle kriterlerimiz var ki mesela dışarıdan dünyaca tanınmış bir hocayı üniversiteye getirmeye kalksanız belki de kriterlere uymayacak diye almayacaksınız. Halen ortak çalıştığımız bir arkadaşımız var. Amerika’da seçkin üniversitelerde 10 yılı aşkın önemli projelerde çalışmış birisi. Uzman olduğu alanda ülkemizde çok az insan var. Ancak kendisi eczacılık alanında başvurusuna sürekli engel çıkarıyorlar. Maalesef ülkemizde alanında kendini aşan kişileri engel koyma alışkanlığı ve kıskançlık var. Halbuki arkadaşımız bana göre profesörlüğü çoktan hak etmiş birisi.

Artık üniversiteler ihtisas üniversiteleri olma yolunda gelişme göstermektedir. Ziraat üniversitesi, otomotiv üniversitesi, sağlık üniversitesi, biyoteknoloji ünivesitesi vb. Dünya buna yönelmiş durumdadır. Birbirinin kopyası cılız üniversiteler yerine ihtisas üniversiteleri öne çıkmaktadır.

Her bir üniversiteye konumlarına ve güçlü olduğu alanlara göre ülkenin yeni genel hedeflerine bağlı araştırma konu ve görevleri verilmelidir. Ayrıca zihnî emek ve fazla fizikî yatırım gerektirmeyen dallarda da araştırma takımları kurulmalıdır. Örneğin tarımın, hayvancılığın canlandırılacağı yörelerdeki üniversitelerde moleküler biyoloji ile tohumculuğa, hayvan nesillerinin geliştirilmesine yönelik araştırmalara ağırlık verilmelidir. 

Gerçek öğrenme, yaparak öğrenmedir. İnsan eksikliklerini yaparak ve araştırarak öğrenir. Bunun için dünyada artık AR-GE personeli olarak doktoralı elemanlar istihdamı yaygınlaşmıştır. Ülkemizde AR-GE yaygın ve kazandırıcı hale gelirse fen ve teknik dallardan mezun olanlar iş bulmaya başlayacaklardır. Yeni sanayi dallarında üretim yapacak bölgelerde fizik, kimya, bilgisayar (yazılım ve donanım), mühendislik araştırma ve geliştirme merkezleri kurulmalıdır. Böylece, bu araştırma merkezlerinde yüzlerce doktoralı, masterli genç için toplu iş sahaları açılacaktır.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir