Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Leyla Güven, Amed’te “örgüt üyesi olmak” ve “örgüt propagandası yapmak” iddialarıyla yargılandığı davada hakkında verilen 22 yıl 3 ay hapis cezası nedeniyle 22 Aralık 2020 tarihinden bu yana tutuklu bulunuyor. Güven, tutuklandıktan sonra da hakkındaki davalar ve soruşturmalar sona ermedi. Güven, 3 ayrı konuşması gerekçe gösterilerek “örgüt propagandası” suçlamasıyla 17 Ekim 2022 tarihinde 11 yıl 7 ay hapis cezasına çarptırıldı. Bunun yanı sıra, tutuklu değilken yaptığı siyasi faaliyetler nedeniyle hakkında benzer iddialarla çok sayıda dava ve soruşturma açıldı. Cezaevindeki hak ihlallerine dönük itirazları da “disiplin” cezalarına gerekçe gösterildi.
Elazığ 1 Nolu Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde tutulan Güven, cezaevi süreci ve gündemdeki gelişmelere dair Mezopotamya Ajansı’nın (MA) sorularını yanıtladı.
Tutukluluğunuz 3 yılı bulmak üzere, cezaevi sürecine dair neler söylersiniz?
Cezaevlerini yaşanılmaz kılan şey ekstra kötülük üreten zihniyetlerdir. Aksi durumda burada kendi bakış açınla bir yaşam kurabiliyorsun. Sonuçta dışarıda olan her şey burada da var. Hava, su, gökyüzü, yağmur, kar, yemek, yatak… Ancak buradaki her şey sınırlıdır. Yani kısaca her şeyin minyatürü desek daha doğru olacaktır. Küçük havalandırma olunca doğalında azıcık gökyüzü oluyor. Sanırım buralarda en çok özlenen de toprak, ağaç, yaprak, sınırsız yemyeşil doğa ve kocaman bir gökyüzüdür. Bizler 30 yıldan fazladır zindanlarda kalan tekli, ikili üçlü koğuşlarda/hücrelerde olan arkadaşlarımızın yanında buraları yorumlarken; eksik ve yetersiz kalırız. Hani dışarıda yargı sopasının bir tehdit aracı haline getirildiği kadar yaşanmaz yerler değildir. Alınan ceza karşısında sınırlardaki tehlikeleri göze almaya değmez diye düşünüyoruz. Biz burada 11 asi kadınız. Üç jenerasyon Kürt kadını bir aradayız. Besra annemiz beş vakit namazını kılıp, hepimize dua ediyor. Alevi arkadaşlarımızda çıra yakarak, Xızır’dan dilek diliyorlar. Bizler de ‘ya Xızır kabul et’ diyoruz. Çünkü burada hiçbir şey bireysel değil, her daim kolektiftir. Üç jenerasyon Kürt kadını bir aradayız. Hiçbir şey bireysel değil, her daim kolektiftir. Buralar yan gelip yatma yeri değil, düşünsel üretim merkezleridir. Tek şey zaman sorunudur. Keşke günler daha uzun olsaydı diyoruz.
Kendini bilen insanlar için buralar bir nevi akademidir. Dışarıda ihmal edilen okumalar, yazmalar, araştırmalar burada yapılabilmektedir. Kaldı ki arkadaşlarımız içeride kaldıkları süreç içerisinde tarihi ışık tutacak değerli çalışmalar yapmışlardır. Bir kez daha belirtmek gerekir ki buralar yan gelip yatma yeri değil. Düşünsel üretim merkezleridir. Bizler de bunu yapmaya çalışıyoruz. Sistemin temsilcileri burada her türlü zorluğu çıkarmaya çalışıyorlar. 80 ve 90’ların fiziki işkenceleri bu dönemde inceltilmiş değişik yöntemlerle devam ediyor diyebiliriz. Bu yöntemler nasıl ki o dönem işe yaramadıysa bugün de hiçbir işe yaramıyor. Gardiyanlar haftada bir gelip koğuşlarımızı arama adı altında darma dağın ediyorlar. Biz de daha onlar kapıdan çıkarken Kürtçe ‘Şemle’ parçası ile halaya duruyoruz. Dolayısıyla hiçbir şekilde moralimizi bozamıyorlar. Burada sorun olarak belirteceğimiz tek şey zaman sorunudur. Çünkü zaman bize yetmiyor, keşke günler daha uzun olsaydı diyoruz.
Tutuklu olduğunuz süreçte birçok önemli gelişme yaşandı. Sizi en çok etkileyen gelişmeler hangileri oldu? Söz konusu gelişmeleri yeterince takip etme şansınız oldu mu?
Her ne kadar cezaevlerinin aynı yönetmelik ile yönetiliyor olduğu söylense de, esasında aralarında çok ciddi farklılıklar söz konusudur. TV kanallarında yazılı basın yayınlarına, eşya kotasından açılan kurslara, bilgisayar kullanımından fotoğraf çekimine, kitap kotasından içeriklerine kadar birçok şey her yerde farklıdır. Örneğin; bizler defalarca Yeni Yaşam, Evrensel, Jineoloji, Demokratik Modernite, Artı TV, Halk TV, TELE 1 vb. yayınlar ve kanallar için talepte bulunduk. Ancak her seferinde bize hukuki gerekçelerden uzak soyut cevaplar verildi. Zaten İnfaz Hâkimlikleri, Cezaevi Gözlem Kurulları’nın aldıkları kararları adeta noter gibi onaylıyorlar. Dolayısıyla dışarı da gündemleri, gelişmeleri sağlıklı takip edemiyoruz. Ancak havuz medyasından çıkan haberlerin gidişatından yola çıkarak, haberin esasını bulabiliyoruz. Çünkü Sayın Abdullah Öcalan ‘tarih ve günümüz okumalarını egemenlerin söylediği her şeyi tersten alacaksınız; çünkü onlar gerçeği ters yüz etmişlerdir’ demektedir. Biz de öyle yaparak, habersiz kalmıyoruz. Bu 3 yıllık tutsaklık dönemimde sevgili milletvekillerimiz, avukatlarımız bizi hiç yalnız bırakmadılar. Bu ziyaretler her daim bize güç ve moral verdi. Son 3 yılda kuşkusuz önemli gelişmeler yaşandı, yaşanıyor. Sonuçta hayat statik değil, sürekli bir akışkanlık içindedir. Hele bir de Ortadoğu’da yaşıyorsanız, etrafınız tam bir ateş çemberidir diyebiliriz.
Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit, depremin yarattığı yıkım, Deniz Poyraz, Nagihan Akarsel, Jîna Emînî, Alî Rıza amcanın oğlunun cenazesinin çuvalla verilmesi, hasta tutukluların durumu, birçok zamansız ölüm yüreğimizi burktu, öfkemizi katladı.
Bu yaşananlar içinde olumlu ve olumsuz olarak en çok etkilendiğim nelerdir diye küçük bir hafıza turu yapayım; ama işin içinden çıkamadım. Bir kez daha insanların acıya karşı çok güçlü varlık olduğunu görebildim. Bunca kedere, acıya nasıl dayanır insan, bilemiyorum? Bu tutsaklığımda da Sayın Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin hala devam ediyor olması mahcubiyetimi artırıyor, adeta nefesimi daraltıyor. 6 Şubat’ta Kurdistan’ın 11 ilini etkileyen depremin yarattığı yıkım ve acının tarifi imkânsız ve asla unutulmayacak kareler herkesi olduğu gibi beni de, bizi de çok etkiledi. Yine sevgili Deniz Poyraz, Nagihan Akarsel, Jîna Mahsa Emînî şahsında her gün yaşanan kadın katliamlarının yüreğimize düşürdüğü kor, Ali Rıza amcanın oğlunun cenazesinin ‘çuvalla’ verilmesi, Halise annenin acılarıyla birlikte tutuklanması zindan koşullarında yaşamını yitiren hasta tutsakların durumu ve daha birçok erken ve zamansız ölüm yüreğimizi burktu, öfkemizi katladı.
Sizi olumlu etkileyen gelişmeler oldu mu?
Olumlu etkilendiğim konulara gelince; neredeyse dünyanın bütün hegemon güçlerinin ortaklaşa yöneldikleri Kürt kazanımlarını korumak için destansı bir mücadele veren Kürt kadınları, Rojava ve daha birçok alanda yüreğimize su serpiyor. Özsavunma temelinde kadınların ortaya koyduğu direniş bütün dünya kadınlarına da ilham olmaya devam ediyor. Kürt kadınları yıllardır alanlarda haykırdığı ‘Jin jiyan azadî’ sloganının dünya başkentlerinde her dilden haykırılması bizim açımızdan ağır bedellerle elde edilmiş bir kazanımdır. Jineolojî bilimi kapsamında kadın aydınlanmasına öncülük eden Nagihan Akersel şahsında tüm kadınlara minnettarız. AKP-MHP faşist iktidarının yasakçı, baskıcı yönelimlerine rağmen alanları terk etmeyen Barış Anneleri, Cumartesi Anneleri, Emine Şenyaşar ve feminist kadın hareketleri moralimiz olmaya devam etti. Kürt halkının acılarına rağmen, değerlerine sahip çıkmaya devam etmesi en büyük moral kaynağımızdır.
Kürt sorunun çözümü için mücadele veren siyasetçiler, tarihin her döneminde katledilme, gözaltı ya da tutuklanmayla karşı karşıya kaldı. Siz de aynı “kaderi” yaşıyorsunuz. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Kürt sorunu için son yüzyılı ele almak gerekiyor. Bu anlamda Sevr’den Lozan’a, Skys-Picot’tan 1921 Anayasa’sına ve Şark Islahat Planı’na uzayıp giden bir süreç söz konusudur. Kürt halkına karşı geliştirilen ‘inkâr ve imha’ politikalarına karşı direnişlere öncülük eden ak saçlı değerli şahsiyetler Şêx Said, Seyit Rıza, İhsan Nuri Paşa, Qazî Mihemed, Mele Mustafa Barzani ve ismini sayamadığım tüm önderleri saygıyla-minnetle anıyorum.
Onların bize bıraktığı direniş kültürünü şimdi de Sayın Abdullah Öcalan devam ettirmektedir. ‘Soykırım kıskacında’ olan bir halkı doğru temelde temsil etmek özel meziyetler gerektirir. Bu nedenle Sayın Abdullah Öcalan, geçmiş bütün isyanlardan doğru dersler çıkararak, ‘29’uncu isyan’ olarak da ifade edilen süreci başlatmıştır. Yaklaşık olarak 50 yıldır kesintisiz devam eden bu ‘var olma’ mücadelesinde ortaya konulan kahramanlıklar adeta zirve yapmıştır. Ne uluslararası emperyal güçler ne de onların yerel işbirlikçileri böyle bir irade beklemiyorlardı. Her bir Kürt bireyinin şahsında ortaya çıkan, cesur yürekli gençler, onbinlerin alanlara akmasına vesile oldu. Dolayısıyla mücadelemiz her gün daha da kitleselleşerek milyonlara ulaştı. Dört parçaya bölünen ülkemizin sınırları içinde bulunduğu ülkeler (Türkiye, İran, Irak, Suriye), asimile, yok etme ve entegrasyon konusunda birbirleri ile adeta yarışa girdiler. Toplu katliamlardan- idamlara, işkencelerden-göçertmelere, daha birçok faşizan yönteme başvurdular. Bütün bu süreçlerde varını yoğunu, maddi ve manevi her şeyini ortaya koyan bir halk gerçekliği açığa çıktı. Kürt halkı 50 yıldır elinden gelenin fazlasını yaptı. Bu uğurda yitirdiklerini zılgıtlarla, alkışlarla uğurlayan başka bir halk olduğunu sanmıyorum. Halise annenin, Esmer annenin, Emine ve Sakine annelerin daha binlerce ak saçlı barış annesinin yanında ben bir şey söylemeye utanırım doğrusu. Nazi kamplarında bir ömür tüketen, yollarda yaşanan kazalarda yaşamını yitiren ak saçlı annelerin emeği karşısında bütün sözler anlamsız kalıyor.
Ben 1994 yılından bu yana kesintisiz, demokratik, legal siyaset alanında çalıştım. Geçmişte kurumlarımızın olanakları çok kısıtlıydı. Biz parti çalışanlarının bütün yükü fedakâr halkımızın sırtındaydı. Bizler elbette çalıştık çabaladık ama bugünden dönüp baktığımda eksik ve yetersiz kaldığımı görebiliyorum. Eğer bizler daha etkili, kapsayıcı, öngörülü bir siyaset yürütebilseydik bugün daha farklı bir aşamada olabilirdik. Oysa partimiz siyaset alanında çok ağır bedeller ödedi, ödüyor. Bu anlamda şehit Mehmet Sincar, Vedat Aydın, Muhsin Melik ve daha yüzlerce arkadaşımızı saygıyla-minnetle anıyorum. Sanırım biz onlara göre daha şanslıyız. Öldürülmek yerine hapis cezalarıyla cezalandırılıyoruz. Zindanlarda bir ömür tüketen arkadaşlarımızı anmazsak eksik kalırız. Dolayısıyla demokratik siyaset yürüttüğümüz için öldürülüyoruz, tutsak ediliyoruz. Neyse ki gelinen aşamada AKP-MHP faşist iktidarı yeni bir konsept geliştirdi. Kürt halkını 7’den 70’e terörist ilan etti ve sorun çözüldü!
Kürt sorunu artık uluslararası bir sorun. Kürtler, buna rağmen bu saatten sonra uluslararası güçler tarafından denklem dışı bırakılabilir mi?
Üçüncü Dünya Savaşı, Avrupa sınırlarına dayansa da aslında merkezi Ortadoğu ve Kürtlerin coğrafyasıdır. Afganistan ve Irak müdahalesiyle başlayan Ortadoğu’yu dizayn süreci henüz tamamlanmamıştır. Irak, Suriye ve İran’ın yeniden dizaynı ile bölgede olmak isteyen ABD-NATO, başarısız oldukça ve karşısındaki direnişler büyüdükçe her kesim tarafından sorgulanmaya başlandı. ABD bu durumdan çıkmak için hegemonya savaşında Rusya, Çin karşıtlığı temelinde, NATO’yu toparlamaya başladı. Tam da NATO’nun başarısızlığı ve gereksizliği tartışılırken yeniden diriltildi. Ukrayna Savaşı bu amaçla önemli bir sonuç yarattı. İsveç ve Finlandiya gibi görece, demokratik kriterlere dayalı ülkeleri bile NATO’nun bir parçası olmaya itti. Bu da Kürt karşıtlığı üzerinden taviz isteme, Türk devletinin politika yürütmesine zemin açtı. Gelinen aşamada bölgesel olarak başlayan Kürt sorunu artık küresel boyuta ulaşıp evrenselleşmiştir. Uluslararası emperyal güçlerin bütün yönelimleri rağmen evrensel bir karakter kazanan bu sorunu artık hiçbir güç kayıtsız kalamaz. Üçünü dünya savaşının fragmanlarının oynandığı bu süreçte isteseler de Kürt halkını/realitesini denklem dışı bırakamazlar. Ortadoğu’nun en politik örgütlü halkının haklı talepleri bütün kesimlerin görüşme masalarında yer almaktadır.
Gelinen aşamada bölgesel olarak başlayan Güven Emperyal güçlerin bütün yönelimleri rağmen evrensel bir karakter kazanan bu sorunu artık hiçbir güç kayıtsız kalamaz. Kürt halkını/realitesini denklem dışı bırakamazlar.
Ulus devletlerin çoklu kriz yaşadığı bu dönemde ‘Demokratik Ulus’ perspektifi ile proje sahibi tek halk, Kürt halkıdır. Ortadoğu gibi çok kültürlü coğrafyada yaşam bulması halinde bütün halkların, inançların kendilerini özgürce ifade edebileceği bir ortam doğacaktır. Aynı zamanda kadınlar, bireyci, egoist, maneviyattan uzak, gittikçe ırkçılığa evrilen yönetim biçimlerine karşı da bütün toplumlara ilham kaynağı olacaktır. Yaşlı Avrupa’nın önünü açtığı bireysel özgürlüklerinde artık bir işe yaramadığı ortadadır. Çokta uzak olmayan bir zamanda Kürt realitesi ve çözüm önerileri dünya ölçeğinde daha fazla yer bulacak ve kalıcı çözümler gündeme gelecektir. Bütün bunlar Kürt halkının karakaşı, kara gözü için değil, örgütlü ve güçlü oldukları için gerçekleşecektir. Halkımıza ve siyasi temsilcilerimize düşen de Sayın Abdullah Öcalan’ın demokratik ulus ve ahlaki politik toplum- kadın özgürlükçü paradigmasını daha fazla tanıtmak ve anlaşılmasını sağlamaktır. Bu demokratik ve kadın özgürlükçü sistemin hayat bulması beraberinde tam demokratik bir Ortadoğu’yu da getirecektir.
PKK Lideri Abdullah Öcalan’a dönük uluslararası komplonun startının verildiği aydayız. Bu bağlamda; Abdullah Öcalan’ın Türkiye teslim edilmesiyle devam eden komplo sürecine dair neler söylersiniz?
Hakikate uygun toplumsal bir yaşam yaratmak için çağın getirdiği rolü üstlenerek yola çıkan Sayın Abdullah Öcalan, tarihsel gelişmeler ışığında ulusal bir mücadele yürütmüş, büyük bir sorumluluk bilinci ile bugünlere gelmiştir. Kuşkusuz çıktığı yolun sarp-engebeli ve ölümcül bir yol olduğunu bilmektedir. Ancak topyekun bir imha ve inkar ile karşı karşıya olan bir halkın özgürleşmesi bugünkü dünyada bedelsiz olmuyor. Kendisinden önceki Kürt önderlerinin başına gelenleri de herkesten çok kendisi iyi bilmektedir. Bu nedenle de ‘ya bu köle yaşamda kurtulacak özgür yaşayacağız, ya da bu uğurda ölümü göze alacağız’ anlayışı ile hareket edilmiştir. 1999’da uluslararası bir komplo ile Türkiye’ye getirilen Sayın Abdullah Öcalan Kürt sorununun çözümü için esaret koşulları altında fikir yürütmeye devam etmiştir. Uluslararası komplo güçleri, Kürtlerin Ortadoğu’da statü sahibi olmasını hiçbir zaman istemediler.
Uluslararası komplo güçleri, Kürtlerin Ortadoğu’da statü sahibi olmasını hiçbir zaman istemediler. Komplo güçlerinin hedeflediği Abdullah Öcalan şahsında Kürt halkının kendisidir. Böylece işgalci politikalarını daha rahat dayatabileceklerdi.
Komplo güçlerinin hedeflediği Sayın Abdullah Öcalan şahsında Kürt halkının kendisidir. Zira Ortadoğu’da hayata geçirmek istedikleri işgalci politikalarını böylece daha rahat dayatabileceklerdir. Bu konuda en kapsamlı değerlendirmeleri yine Sayın Abdullah Öcalan kendisi yapmıştır. Aslında bu komplonun Kürt Halk Önderi şahsında Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü, bağımsız, kendisine, yeten bir ülke olma arzusuna vurulan bir darbe olduğu çok nettir. Hegemon güçler Ortadoğu’da kendi öz dinamikleri ile ayakta kalabilen hiçbir ülke veya toplum istememektedirler. Bu nedenle de ‘Kuzu’yu Kurt’la yiyip sahibi ile ağlayan’ bir pratik sergiliyorlar. Türkiye hariç bütün dünya bu konseptin farkındadır. İşte İmralı’da uygulanan özel politikaların böyle bir arka planı var. Başka bir ülkede bu denli uzun süren bir tecrit işkencesi yaşansaydı ilgili ülkeler ‘sözde demokrasi ve barış havarileri’ nasıl davranırlardı? Bu soru orta yerde duruyor.
Komplonun yıl dönümüne girerken Abdullah Öcalan üzerinde mutlak bir tecrit söz konusu. 31 aydır kendisinden haber alınamıyor. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Bu çok nettir; Sayın Abdullah Öcalan’ın çözüm perspektifinin dışarı çıkmasını engellemek için tecrit uygulamasını başlattılar. İmralı Adası’nda batılı güçlerin gardiyanlığını yapan Türkiye yetkilileri de Sayın Abdullah Öcalan yasalardan doğan haklarını keyfi gerekçelerle ortadan kaldırabiliyorlar. Uluslararası içtihatlarda da işkence olarak kabul edilen bu tecrit, CPT aracılığı ile de meşrulaştırılmaktadır. CPT raporlarında ‘Türkiye’nin istemediği hiçbir hak ihlaline yer verilmemesi’ bunun en somut örneğidir. Tam 31 aydır Sayın Abdullah Öcalan ne ailesi ile ne avukatlarıyla herhangi bir görüşme yapmamıştır. Aynı zamanda adada bulunan üç arkadaşımız da bu ağır tecridi yaşamaktadır. 9 Ekim komplosu bu günde Önderlik üzerindeki tecrit ve halkımıza dayatılan topyekûn imha ile devam etmektedir. Komplocu kesimler, 9 Ekim komplosundan sonuç alamayınca böyle bir yola meylettiler.
Mutlak tecritle “sonuç” alınır mı?
Eğer başarabilselerdi bunu 24 yıl boyunca zaten yaparlardı. Bundan sonra da komplocu güçlerin bütün ‘Tavşan kaç, tazı tut’ tarzındaki anlayışları kahraman halkımızın çelikten iradesine çarpıp kendilerine geri dönecektir. Bu kesimlerin en büyük yanılgısı, Sayın Abdullah Öcalan’ın topluma mal olmuş birçok alanda yaşamsallaşmış olan paradigmasının artık hiçbir güç tarafından engellenemeyeceğidir. 25 yılına giren 9 Ekim komplosu çoktan boşa çıkarılmıştır. Bu aşamadan sonra tek hedefimiz, komplocu güçlerin sahte-çakma önderliklerle hedeflenen çözüm stratejisine karşı, önderliğin fiziki özgürlüğüdür. Kader tayin edici bu süreçte Kürt halkının bunu sağlama gücünde, cesaretinde, iradesinde, kararlılığında olduğunu rahatlıkla belirtebiliriz. Ortak bir politika ve siyasal tutumla ‘Şimdi özgürlük zamanı’ diyerek ayağa kalkan halkımızın kadınlar öncülüğünde bunu başarması an meselesidir. Sayın Abdullah Öcalan ‘Özgür insanın sevgisi, özgür iradeye dayanır. Çünkü özgürlük satılmaz. Satın alınmaz. Özveri ile sevgi ile emekle yaratılır. Özgür olmayanın başkasına özgürlük vaat etmesi ahlaki değildir. Önce özgür bilince ulaşmalısın’ demişti.
Türkiye’nin en can yakıcı sorunu olan Kürt sorununun çözümünde diğer halklara ve muhalefete nasıl bir sorumluluk düşüyor?
Kürt sorunu gibi tarihsel boyutu olan sorunun kalıcı çözümü için Türkiye toplumuna da görevler düştüğü kaçınılmazdır. Herkes şunu çok net olarak bilmelidir ki Kürt sorunu sadece Kürtlerin sorunu değildir. ‘Derin krizler köklü analizler gerektirir.’ Eğer bugün ülkemizde ekonomik krizler ve ciddi yoksulluk, yolsuzluklar yaşanıyorsa Türkiye halkları bunun nedenlerini doğru temelde araştırmalıdır. Hamasi nutuklarla, şantaj ve montaj videolarla, yalan-dolanla kazanılan seçimler tek kriter değildir. Türkiye toplumunun en büyük şanssızlığı cesaretsiz, çekingen, mahcup, karnından konuşan bir muhalefetin varlığıdır. Bu ülkede ‘bin yıllık kardeşlik’ hukuku olan kadim Kürt halkı, hala muhalefet partilerinin Kürt sorununa dair hangi çözüm politikaları olduğunu bilmiyorlar. AKP-MHP faşist iktidarı muhalefetin kodlarını iyi çözmüş. Bütün kritik zamanlarda ortaya gerçek dışı bir gündem atıyor, muhalefet de bu oltaya takılınca halkın can yakıcı sorunları gündem dışı kalıyor. Bu döngü devam ediyor. En son seçimlerde bu trajik durum ahlaki-politik bir çürümeyi-çöküşü beraberinde getirdi.
Türkiye toplumunun en büyük şanssızlığı cesaretsiz, çekingen, mahcup, karnından konuşan bir muhalefetin varlığıdır. Kürt halkı, hala muhalefet partilerinin Kürt sorununa dair hangi çözüm politikaları olduğunu bilmiyor. AKP-MHP, muhalefetin kodlarını iyi çözmüş.
AKP-MHP iktidarı Kürt oylarını denklem dışı bırakmak için iki faşist, ırkçı kişi ile görüşüp birini kendi yanlarına alıp, diğerini de Kılıçdaroğlu’nun yanına konumlandırdı. Böylece en az yüzde 10 oyu olan HDP/Yeşil Sol Parti oylarının kıymeti harbiyesinin olmadığını savundular. Türkiye siyaseti hiçbir zaman demokratik-etik değerler ışığında yürütülmemiştir. Ama bugünkü kadar da yerlerde sürünmemiştir. AKP-MHP faşist iktidarı halkın dipten gelen öfke dalgasını gördüğü için “çare” aradı. Acının ortaklaştıran gücünü ve başkaldırmanın bu güçten geldiğini fark eden iktidar, bildiği bütün yollarla toplumu susturmak istedi. Muhalefet ise partilerin birer toplumsal hareket olduğu gerçekliğini göz ardı ederek, toplum mühendisliği yapıp, milyonların yerine elit-bürokratik-küçük bir grubun duygu ve düşünceleriyle hareket etti. Dolayısıyla antidemokratik bir ortamda seçim sonuçları da bir zafermiş gibi ilan edildi.
Cezaevinde seçim öncesi ve sonrası gelişmeleri takip ettiniz. Yeni bir seçim süreci de yaklaşıyor. İktidara karşı yönetimi hedefleyenlere ne mesajınız ne olur?
Biz politik tutsaklar, cezaevlerinde kısıtlı imkânlarla seçimi izledik. Seçimlerin favorisi bizim partimizdir. İster lehte olsun ister aleyhte, ekranlar bizim siyasetçilerimiz, temsilcilerimizin görüntüleriyle doluydu. Böylece biz de özlediğimiz arkadaşlarımızı-yoldaşlarımızı bu vesile ile görüp hasret gideriyorduk. AKP ve MHP, seçimi kazanmalarına rağmen bir tükenmişlik sendromu yaşıyorlar. AKP, karşı darbe olarak geliştirdiği süreçte, toplumu manipüle ederek zamanını doldurmaya çalışıyor. Özel savaş yöntemleriyle muhalif bütün kesimleri tasfiye etmeye çalışıyor. Oysa çatışma ve savaşın son bulması, ortak vatanda birlikte, eşit ve özgür bir yaşamın mümkün olduğu gerçekliği gözlenmektedir.
Dünyanın kalbinin Ortadoğu’da yeniden şekillendiği bir süreçte her ülkede iktidarlar, baskıcı ve despot tutumlarından dolayı sorgulanmaktadır. ABD’deki siyahiler, Fransa’daki Cezayirliler, İsrail’deki Filistinliler için ve dünya ölçeğinde yaşanan mülteci katliamları için bütün ülke halkları ayağa kalkıp çeşitli eylem ve etkinliklerle iktidarlardan hesap sorabiliyorlar. Türkiye’de ise Kürt halkının her gün yaşadığı her çeşit baskı ve zulme rağmen ortak bir tutum geliştirilemiyor. Demokratından aydınına, solcusundan sosyalistine, dincisinden dindarına herkes derin bir sessizlik içinde. Kapılarını kapatıp, gelişmeleri perde aralığından izleyebilmektedir. Elbette duyarlı kesimleri tenzih ediyorum. Kürt halkının yaşadıklarına kayıtsız kalmayan barış akademisyenleri ve daha binlerce duyarlı insanın bu uğurda bedel ödediğini asla unutmuyor ve değerli olduğunu belirtiyorum.
Liberal, sonuç getirmeyen bireyci, etkisiz, pasifist yaklaşımları reddediyoruz. Radikal demokrasi şiarıyla ‘Her yer eylem her yer direniş’ diyerek, sesimizi yükseltiyoruz. Faşist-ırkçı kesimlere karşı ‘Dünya Demokratik Konfederalizmini’ inşa etme kararlılığını haykırıyoruz.
Ancak kitleselleşmeyen bu kesimlere karşı iktidar pişkince ‘marjinal gruplar’ diyerek, hedef gösterebiliyor. Yargı eliyle adeta ‘Kürdün yanında durma’ cezası ile cezalandırılabiliyorlar. En son TELE 1 Yayın Yönetmeni Sayın Yanardağ’ın yaşadığı hukuksuzluk bu kapsamda ele alınabilir. Sayın Yanardağ’ın ‘kral çıplak’ demesi iktidarı ve ortağını ciddi anlamda kaygılandırdı. Çünkü ilk defa ‘Terörist Kürtlerin’ dışında biri ‘Tecrit bir insanlık suçudur ve Sayın Abdullah Öcalan’a tecrit uygulandığını’ söyledi. Dolayısıyla bu gerçeklik açığa çıkarsa kendileri hiç iyi olmayacaktır. Ve kendisine göre geliştirdiği ‘yok dersen yok olur’ anlayışıyla sarsılacaktır. Bu nedenle işi tutukluluğa kadar götürerek, Sayın Yanardağ şahsında bütün muhaliflere gözdağı vermek istediler. Tabi Sayın Yanardağ’ın ifadeleri ortaya çıkınca keşke ne lehte ne de aleyhte hiçbir şey demeseydi diye düşündüm.
Bizler Kürt politik tutsaklar olarak kritik süreçlerin kritik kararlaşmaları beraberinde getirdiğini biliyoruz. Bu nedenle liberal, sonuç getirmeyen bireyci, etkisiz, pasifist yaklaşımları reddediyoruz. Radikal demokrasi şiarıyla ‘Her yer eylem her yer direniş’ diyerek, sesimizi yükseltiyoruz. Küresel gelişmelerin en üst boyuta çıktığı bu süreçte bütün dünyadaki direnişleri ortaklaşma ve faşist ırkçı kesimlere karşı ‘Dünya Demokratik Konfederalizmini’ inşa etme kararlılığını haykırıyoruz. (HABER MERKEZİ)